[Blog Tur] Athena'nın Günlüğü: 22 Temmuz 2015 | 1. Gün

22 Temmuz


Tüketilen yiyecekler: portakal suyu, üç top dondurma, bir türk kahvesi, bir tek iskender (yağ ve domates sosu ile), bir ıspanaklı börek, bir şişe su, yarım tabak mantı (daha iyi olabilirdi), yürüyerek harcanan dakika 210 (iyi, hatta çok iyi), karşılaşılan hoş çocuk sayısı 1 (iyi), dışarıda geçirilen saatler 7,5 (iyi), içki sayısı 0 (normal)

8.43 Dilara'nın "Ezgi, Ezgi," diye fısıldamalarına uyandım. Bugün dışarı çıkacaktık, değil mi? Neden bu kadar erken olmak zorunda ki... Of, her yerim ağrıyor. Gece gördüğüm rüyayı da hatırlayamıyorum ama korktuğumu hatırlıyorum. Ne görmüş olabilirim ki? Acaba Fransızca ödevi tarafından falan mı kovalanıyordum?

8.50 Annem börek almaya gitti. Kahvaltı edeceğiz ve sonra bizi metroya bırakacak-mış. 

9.20 Dilara beni, çay veya kahve içmeyi sevmediğim için kınadı. Şuna benzer bir şey dedi: "Ya ne bileyim, bizim evde boş boş oturmak yoktur. Boş boş otururken çay içmek vardır."

9.43 Şu an bilgisayarın başından kalkıp üzerimi değiştirmem ve "Hadi gidelim!" moduna girmem gerekiyor ama hala rüyanın etkisindeyim, hala her yerim ağrıyor... İşin komik yanı da, daha dün gece PewDiePie'ın Catherine oyunu için çektiği en son videoyu izliyordum ve o oyunda karakterler geceleri kabus görüyor, sabah uyandıklarında ne gördüklerini hatırlamıyor ve çok yorgun oluyorlar. Şaka falan mı, diyesi geliyor insanı. Tek avuntum, oyunda karakterlerin o kabusları görme sebebi sevgililerini aldatıyor olmaları ve sevgiliniz yoksa aldatamazsınız... Ayrıca, oyunlar gerçek değildir.

9.46 Artık gerçekten kalkmalıyım.

9.47 Kalkıyorum.

10.30 Taksim'e vardık fakat etrafta yeşil valizli bir Dan göremiyoruz. Dan'larla ilgili bildiğim tek şey sarı oldukları. Aşırı sarı. Metrodan İstiklal'e yürürken parlak, sarı-yeşil arası bir valiz gördüm; yanında da iki tane sarışın kız duruyordu.
"Şu ayaktaki kız Selin'e benzemiyor mu sence?" diye sordum.
Dilara kafasını iki yana salladı. "Yok canım."

10.35 Meydana doğru ilerlerken bir adam yanımıza geldi, üzerinde fosforlu mavi bir tişört vardı ve orta yaşlı duruyordu.
"Siz Türk müsünüz?" diye sordu. Bu tür adamların sizinle konuşmasına izin vermemek gerekiyor, yoksa iş çok saçma yerlere kadar gidebiliyor ve sonrasında yanından da kaçamıyorsunuz. İstanbul'da saçma derecede çok insan sokakta yürüyen insanları durdurup konuşmaya çalışıyor. Genelde para istiyorlar.
Boş anıma denk geldi. "Evet," dedim.
"Aaa, birine benzettim de," dedi.
"Yok," dedi Dilara.
"Tanışabilir miyiz?" diye sordu. Eğer Dan'ların yanına gitmeye odaklanmamış olsaydım olduğum yerde kalabilirdim. Düşünsenize, sokakta yürüyorsunuz ve tekin görünmeyen adamın teki size "Tanışabilir miyiz?" diyor... Kalpten gidersiniz yani.
"Hayır acelemiz var," deyip Dan'ların yanına yürümeye devam ettik ve adam geride kaldı.

10.38 Herkesle tanıştık. İki sarışın kız, bir de siyah saçlı, çekik gözlü bir çocuk vardı. Yeterince samimi insanlara benziyorlardı yani. Gerçi bavullarıyla gelmemiş olsalardı daha iyi olabilirdi. İstiklal Caddesi ve çevresinde bavullarla gezmek ne kadar zor, biliyor musunuz? Ben de bilmiyorum - hiç denemedim - ama oldukça zor olmalı.

10.40 Bir arkadaşımız daha gelecekti, o yüzden bir yerlere geçip onu bekleme kararı aldık bu noktada çünkü hava çok sıcaktı.

10.50 Saray Muhallebicisi'ne gelene kadar İstiklal boyunca yürüdük. Muhallebiciye geçtikten sonra içecek bir şeyler söyledik, ben bir portakal suyu aldım. En sevdiğim içeceğin portakal suyu olduğumu söylemiş miydim daha önce?

11.20 İlke geldi, herkesle tanıştı ve sonra Dan'ların bavullarını nereye bırakabiliriz acaba konulu tartışmamız başlamış oldu. En sonunda bir yer bulduk ve bırakmaya gittik, saçma bir şekilde Dan'ları 832948 kere İstiklal'de bir yukarı bir aşağı yürütmüş olduk. Ayrıca günün bu noktasında saate bakmayı bıraktım.

Dan'larla Cihangir'e indik, tepeden deniz manzarasına baktık, saçma ara sokaklara girerek kaybolduk ve neredeyse bir çıkmaz sokağa girecektik - ki sonradan sokağın başka bir yere açıldığını keşfettik. (Ama o ana kadar kalbime iniyordu çünkü hava çok sıcaktı ve tek istediğim Galata Kulesi'ne varmaktı.) Kuleye geldiğimizde tepeye çıkmak için sıraya girdik fakat fiyatlar delicesine saçmaydı. Öğrenci 5TL, tam 10TL, turist 25TL. Bu kadar paraya değmeyeceğine karar vererek bize katılacak olan başka bir arkadaşı beklemeye başladık, birkaç fotoğraf çekindik.

Heval'le telefonda konuştuk ve Galatasaray Lisesi'ni yeni geçtiğini söyledi. Biz de beklemeyi bırakıp yukarı doğru yürümeye başladık, onunla yukarıda buluştuk.

Dan'larla İstiklal'den yukarı doğru ilerlemeye başladık. Yiyecek bir şeyler arıyorduk ama ne yesek ve nerede yesek sorularının yanıtlarını bir türlü bulamadık. İlke zaten sürekli telefonda.

Yukarı yürüyüşümüzde birkaç pasaja girdik, St. Antuan Katolik Kilise'sini gezdik. Dan'ların tepkisizliği çok rahatsız ediciydi çünkü adamlara ne gösterdiysek ilgilenmediler... Ne bileyim, kiliseler ilgini çekmiyorsa kolyeler ve eşarplar da mı çekmiyor? Neden ya da?

14.10 Baydöner'e gidip iskender yedik. Dan'lar bir duble iskender söyleyip üç kişi paylaştı, ayrıca ayranı hiç sevemediler... Garson İngilizce bilmediğinden tercüme yapmam gerekti ve adını sürekli unuttuğum kız teşekkür etti bu konuda, çok komik bir sahneydi. İskenderlerine ne yağ aldılar ne sos... Üzücü bir manzaraydı bence.

14.25 Türk kahvesi aldık, Dan'lara da çay denettik. Benim kahvem şekerliydi, Heval'inki orta, Dilara'nınki sade fakat kahvelerin hangisinin hangisi olduğunu bilmediklerinden tamamen tahmin yoluyla almak zorunda kaldık; hatta bir noktada o kadar uçtuk ki, hangi kahve hangisi tartışması çıktı.
Bu sayede Heval'in şeker seviyesi ölçer olduğuna karar verdim çünkü aramızdaki en dikkatli oydu, bana şekerlisi de şekersizi de aynı gelmişti kahvenin.
Ayrıca, Türk kahvesini neden pek içmediğimi yeniden hatırlamış oldum fakat bedavaydı, o yüzden sorun yok.

15.00 Dan'ların valizlerini aldık ve Taksim meydanında onlarla vedalaştık. Güzel bir gündü ama dürüst olmak gerekirse onlardan ayrılınca biraz rahatladım... Ne bileyim, biz bir kenarda konuşuyorduk kendi aramızda, onlar bir kenarda kendi aralarında... En azından yürürken böyleydi ve günün büyük çoğunluğunda yürüyorduk. Ama hepsini çok sevdim.

15.05 Arkadaşlarla bir pub'a gitmeye karar verdik fakat aramızda kimse 18 yaşın üzerinde değildi. Benim buna bakış açım genel olarak "Gidebiliriz ama içmek istemiyorum," ve "Of artık bir yerlere oturalım," arasında olduğundan genel olarak takımın etkisiz elemanıydım.

15.15 Gittiğimiz yerin kimlik sormadığı bilgisi bir yalanmış. Pekala da sordu, biz de tıpış tıpış geri döndük. Yaşasın gün ortasında içilemeyen içkiler! Tekelden alıp içecek kadar içki açlığı duyulmadığına karar verildiği için bir dondurmacıya gitmeye karar verdik.

15.20 "Daha gelmedik mi?" krizlerine başlamış bulunmaktayım.

15.21 Hala gelmedik.

15.23 Ne dondurmacıymış arkadaş! Yol sanki kısalacağına uzuyor.

15.24 Kesin bacaklarım ağrıyor diye.

15.25 Ama ben ne yapayım, bu kadar yürümeye alışkın değil ki bünye.

15.26 "Bak şu mavili yeri görüyor musun? Onun hemen önündeki yere gidiyoruz," diyen bir İlke beni susturmaya çalışıyor. İçsel çatışmama kendi çapımda devam etmeme engel olamamıştı ne yazık ki.

15.40 Vardık! Gerçekten de geldik. O kadar şikayet ettim ama mekan gerçekten güzelmiş. Ayrıca dondurma tezgahının arkasındaki çocuk da gerçekten hoş. Şaka değil, valla hoş.

15.42 Bir süre dondurmalara baktık, ne kadar farklı tatlar var öyle? En sonunda Heval ve Dilara aldılar dondurmalarını, sıra bana geldi çünkü İlke hala seçememişti. Ben seçtim ama diğerlerinin aksine külahta almadım. Kimse o topların ne kadar büyük olduğunu görmedi mi? Yerken acı çekeceğime külahsız yerim, daha iyi.

15.45 Dondurmamı aldım. Tezgahın arkasındaki çocuk güldü. "Şimdi ödeyin dondurmaları, oturduğunuz zaman fiyatlar artıyor. Gerek yok," dediğinde İlke'yle birbirimize baktık ve sırıttık. O kadar hoşuma gitti ki bu davranışı, anlatamam. İnsanlık ölmemiş. Gerçi, öğrencinin halinden hala sadece öğrenci anlıyor.

15.46 Kasanın nerede olduğunu çözmem küçücük yerde bir dakikamı aldı. Bu çok fazla. Kasanın arkasındaki kız bana baktı, "Oturacak mısınız?" diye sordu. Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Saçma bir gerginlik oturmuştu içime.
"Evet," dedim en sonunda.
Kız bir şey diyemeden tezgahın arkasındaki çocuk "Ama şimdi ödeyecek," diye girdi lafa.
Kız benden daha ucuz olan fiyatı aldı, içeri geçip oturdum.

16.26 Televizyon ekranında saçma bir klip vardı, sonra fark ettim ki klip değil, aslında Michael Jackson'ın Remember the Time şarkısının bir Just Dance oyunuymuş. Birden ekranda bir adam belirdi ve yandaki oyundaki hareketleri harika bir şekilde yapmaya başladı.
"Oha, bu şey bir televizyon programıymış," dedim kızlara. "Birileri televizyonda Just Dance oynayarak para kazanıyor."
İlke de "Bu şey Ebru Şallı'yla pilates gibi bir şey," dedi.
Adını hala bilmediğim çocuk bize döndü, kocaman gülüyordu ve "Bu güzeldi," dedi.
Bütün masa şok. (Tamam, herkes o kadar şaşırmadı ama bir süre ne olduğunu anlamakta zorluk çektik. Bize dönüp konuşması o kadar rastgeleydi ki!)

16.42 Herkes dondurmalarını bitirdikten sonra kalktık. Dilara ve Heval kasaya gitti, meğersem onlar bizim gibi önceden ödememişler. Fiyatlarla ilgili bir sıkıntı çıktı. Aynı şeyi yemelerine rağmen biri diğerinden daha fazla ödedi, sonra az ödeyenden biraz daha para aldılar... Durumu düzeltme şekillerine hayran kaldığımı belirtmeliyim. Bütün bunlar olurken bizi uyaran çocukla göz göze geldik. Düşüncelerimi okumuş gibi güldü... ve ben de ona geri güldüm? Normalde başıma böyle şeyler gelmez.

16.53 Taksim meydanında ayrıldık. Ben metroya binerek eve gittim, diğerleri de gidecekleri yerlere gittiler.

17.32 Annem tarafından "Seni bu kadar erken beklemiyordum," ile karşılandım. Üzerimi değiştirip biraz dinlenmek adına salondaki koltuğa yayıldım. Dilara'nın eve dönmesine zaten saatler vardı.

Ezgi Tülü

Boğaziçi Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencisi. 2014'ten beri kitaplar hakkında konuşuyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder